Ne kadar küçük şeyleri kendimize dert ediyoruz. Burnumuzda bir sivilce mi çıktı, hayatta bizden mutsuzu yoktur. İşleri yetiştiremediğimizde, otobüsü veya vapuru kaçırdığımızda, sınavlarda başarısız olduğumuzda, sevdiğimizden ayrıldığımızda, cep telefonumuz arızalandığında, arabamız bozulduğunda, saçımız beyazladığında, işimizi kaybettiğimizde… yıkılırız. Ne kadar büyük dertlerimiz var, değil mi?
Çok sevdiğim kayınpederim İsmet Babam rahatsızlığı için, 2010 yılı Temmuz ayının başından itibaren, sürekli Ege Üniversitesi Onkoloji Hastanesi’ne gidip gelmeye başladık. Özellikle yaşamının son dört gününde hep hastanedeydik. Odasına eşimle dönüşümlü olarak giriyorduk.
Eşimin odada olduğu zaman dilimlerinde, ben hastane giriş kapısının önünde oturuyordum. Bazı insanların o kadar büyük dertleri olduğuna, yukarıda saymış olduklarımın solda sıfır kaldığına orada şahit oldum:
Kız-erkek ufacık hasta çocuklar; perişan olmuş ve “ayrılığı” düşünmek dahi istemeyen, hastane bahçesinde yatıp kalkan, orayı ikinci evleri gibi benimseyen, umut dalına tutunmuş çaresizlik içinde bekleyen anneler, babalar…
Bir gün kapıda beklerken, tahminimce 8-9 yaşlarında tombiş mi tombiş bir kız çocuğu aşağıya tek başına indi. İlaçlar nedeniyle o upuzun saçları dökülmüştü. Uzun diyorum, çünkü başında sayılabilecek kadar 8-10 tel saç kalmıştı. Saçlar o yürüdükçe havada süzülüyordu. Sanki herkese küsmüştü. Geldi yanıma oturdu. İki elini yumruk yapıp çenesine, dirseklerini de dizinin üzerine koydu. “Merhaba,” dedim. Hiç cevap vermedi. “Nasılsın?” diye sordum. “Hiç iyi değilim, çok hastayım,” dedi. Boğazımda bir yumruk oluştu. Hiçbir şey söyleyemedim. Arkasından babası geldi. Kızına sımsıkı sarıldı; öptü, öptü. Gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Kendime dert ettiğim şeylerin hiçbir önemi olmadığını anladım. Gidin ve bir hastanenin bahçesinde bir iki saat oturun. Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Günlerden birinde, çok değer verdiğim arkadaşım Dilek Kolukısa ile telefonda sohbet ediyoruz. Bana başından geçen bir hikâyeyi anlattı. Gerçekten çok etkilendim. Bu nedenle sizinle paylaşmak istiyorum.
Dilek, bir gün işten eve gitmek üzere yola çıkmış. Otobüs durağına doğru yürürken, yolunun üzerindeki taksi durağında bir taksi şoförünün yaklaşık 9 yaşlarındaki simitçi bir çocukla konuşmasına şahit olmuş.
Taksici: “Oh, ne güzel iş, stressiz bir yaşam… Bak bizimki öylemi ya; vergisi var, benzin parası var… Arabanın lastikleri eskidi, lastik alacaksın, bakımı geldi, bakım yaptıracaksın daha da birçok dert. Senin kazandığının hepsi kar. At cebe gitsin. Ne stres, ne başka bir şey.”
Dilek, “Çocuk kendinden beklenmeyecek şekilde bir cevap verdi,” dedi.
Simitçi: “Ağabey, ben simit satmak için sabah saat beşte kalkıyorum ve saat beş buçukta sıraya giriyorum. Her gün tek sermayem olan otuz liranın yettiği kadar simit alıyorum. Öğlen saat on iki buçukta derse giriyorum. Akşama kadar eğer tüm simitleri satıp sabahki otuz lirayı kırk lira olarak eve götürmezsem, evde babam beni odunla dövüyor. Ağabey, şimdi söyle, hangimiz daha stresli bir işte çalışıyoruz?”
Dilek devamında bana dedi ki: “O simitçi çocuk çoğu kez benim direncimi yükseltiyor, bunalıp daraldığımda, bütün bunları yaşayanın bir tek ben olmadığımı hatırlatıyor. Kendi kendime; sen 38 yaşında kocaman bir insan olarak yaşadıklarınla pişmişsin , “DÜŞME, DİRENÇ GÖSTER” diyebiliyorum… Ama 9 yaşındaki o çocuğun, gün boyu yüreği baba dayağı korkusuyla çarparak sokakları dolaşması içimi burkuyor. Anneannemin söylediği bir söz var, çok severim: “Derdini dinledim iğrendim, derdimi dinledim imrendim.”
Her türlü üzüntü ve sıkıntıya rağmen mutlu olmak için, içinde bulunduğumuz ve nefes aldığımız şu andan daha iyi bir an olmaz.
Yaşadığımız bu zor yol, hep güçlüklerle dolu olacak. Ama önemli olan bu güçlüklere rağmen mutlu olmaya karar vermek.
Sevgi ve dostlukla…
Bahadır ZENGİN
YORUMLAR